29 Haziran 2025 Pazar

"Beyaz" Öyküsü - I. Bölüm

2017 yıllarıydı. Önder Vakfı'nın öykü yarışmasına bu öykümle katılmıştım. Öykü ikinci oldu ve Renkli Hikâyeler adlı bir kitapta toplandı. Kitabı çevrimiçi olarak burada da bulabilirsiniz. Ben öyküyü üç ayrı bölümde yayınlıyorum ve bu da birincisi... :)

BEYAZ

I. BÖLÜM

       Araba ile aramda kısa bir mesafe kaldığında gözlerimi kapattım. Normalde böyle bir durumda kaçmaya çalışırdım. Zehra’nın dürtmesiyle kendime gelmeseydim, asfaltta hatırı sayılır bir resmim çıkabilirdi. 

Biraz zor olmuştu ama yine de kendime geldiğimi söyleyebilirim. Beni yolun karşısına çekmeye çalışırken, bir yandan ani fren sonrası arabasından çıkacak gibi olan şoförün gazabına uğramamaya çalışıyor, bir yandan da adıma defalarca özür diliyordu.

Ona ne kadar borçlu olduğumu olay anı idrak edebilmem olanaksızdı. Baş ağrım, söylemek istediklerimi aklımdan geçirmeme bile engel oluyordu. Zehra’nın, kardeşim Yusuf’un ardından vakit geçirmek istediğim ilk kişi olduğunu düşünüyordum yalnızca. Okul yolunu birlikte arşınlarken, en azından bunu düşünecek gücü kendimde bulabilmiştim.

Son derece nazik hareket etmesine rağmen, her bir bakışında “seninle dersten sonra görüşeceğiz” imasını uyandıran Fizik Öğretmenimizi de sinirlendirmek istemedik ve ilk dersimiz, çabamızın neticesinde olaysız başladı. Öğretmen derse bizim hemen ardımızdan girmişti. Ben sınıfta olsam da derse henüz girememiştim.

Neden sayısal seçtiğimi düşündüm, buna oturaklı bir cevap bulabilmem imkânsız görünüyordu. Anlayış kapasitemden dolayı okula iki yaş geç başlamıştım. Küçük bir kasabanın pek de büyük olmayan bir okulunda öğrenim görmüştüm. Bazı şeyleri geç anlamanın kötü sonuçlar doğuracağını o yaşlarda fark edebilmem kolay değildi.

Çevremdekiler lise hayatımı da az çok tahmin etmişlerdi. Ancak ben onların tahmin yeteneklerinin üzerine sünger çekebilmeyi o kadar çok istedim ki lisede sayısalı seçtim.

Tekrar, neden sayısalı seçtiğimi düşünüyorum. Aslında bunun özel bir sebebi var. Ancak küçükken konu komşunun sadece sayısal olanlar zekidir algısını kırmak ya da değiştirmek istemişim ve neticede yine o algının kurbanı olmuşum büyüyünce.

Okuduğum lise de küçük kasabamızın eski okullarından biriydi. Lise ikinci sınıfta ben kalmıştım. Hâlihazırda, bir kere daha aynı sıralarda okuyor, öğrendiklerimi çarçabuk unutmaya devam ediyorum. Öğretmenlere en basit soruları yöneltip duruyor ve sürekli başa sarmalarına sebep oluyorum.

Ön sıralarda oturmama rağmen kafamı sıraya gömdüm. Önünde sonunda fark edileceğimi biliyordum, ancak bir noktadan sonra her şey anlamsız geliyordu. “Neden?” diye soruyordum kendi kendime. “Şeyma, sen neden sayısalı seçtin? Sahi büyüyünce gerçekten makine mühendisi mi olmak istiyordun?”

Yaşıtlarım gibi durması gereken sınıf arkadaşlarım benden üç yaş daha küçük. Ben on dokuz yaşındayım. Bir lise öğrencisi olmaktan o kadar uzağım ki…

Yanağımı sıraya bastırırken, “Neden?” diye sordum tekrar kendi kendime. Bir cevabı yoktu bunun. Cevabı belki de geçmişimde gizliydi. Öğretmenin tahtaya yazdıkları ile ilgilenmedim. Geçmişi düşünmek her seferinde olduğu gibi, yine cazip görünmüştü. Söz konusu özellikle babam olunca, keşke zaman durdurabilme tuşum olsaydı diyorum.

Küçükken ona çok imrenir, büyüyünce aynı onun gibi olacağımı söyler ve oto tamirciliği işini idame ettirmek için, anlayamadığım ilginç demir parçalarını tutan boğumlu parmaklarını uzaktan ve büyük bir hayranlıkla izlerdim. O yaşlarda, olasılıklar üzerine de kafa yorardım. Aşırı hayalperestliğimden dem vuran annemin endişelerini haklı çıkarırcasına, yüzde bir, hatta kimi zaman binde bir yaşanacak ihtimallerin her an gerçekleşebileceğine dair inancım; kafamı kurcalayan, zapt edemediğim bir kargaşanın neticesiydi. İçimde gürültü yapıp durmaktan hiçbir zaman bıkmayan bir ses, sinsi oyunlarıyla zihnimi daha o yaşlarda ele geçirmeye başlamıştı. Bir göktaşı aniden evimize gümleyebilir, sokaktan geçen biri ansızın çılgınca dans etmeye başlayarak bütün dikkatleri üzerine çekebilir ya da -bana en uzak ihtimal dâhilinde görünen- o zamanlar bana göre yaşı bir hayli geçkin ve sekiz kız evlada sahip babam Rasim Efendi’nin bir oğlu dünyaya gelebilirdi.

Annem her ne kadar aksini iddia etse de, ben olasılıklar çöplüğüne dönen beynimin, onun endişe dolu hareketlerinden bir hayli nemalandığını düşünüyorum. Neticede ikimiz de çoğu tahmini tutturabilme yeteneğine sahiptik. Zira o yaşlarda öne sürmüş olduğum bu olasılık, bir kardeşimizin daha doğmasıyla artık farazi olmaktan çıkmıştı.

Habere en çok benim sevinmiş olmam ise, olasılığımın doğru neticelenmesinden değil, bilakis kendime hakiki bir oyun arkadaşı kazandığımı düşünmemden kaynaklanıyordu.

Okulun penceresine gözlerimi çevirdim. Sıram pencere kenarındaydı. O anda düşündüğüm şey formüller değil, kardeşimin doğuşuna sevinmemin ardında yatan gerçek sebepti.

Ancak o vakitlerde daha önemli bir konu vardı. Hiç şüphesiz bu; yeni doğanın ileride beni çok seveceğine dair inancımdı. Olasılık yerine inanç olduğunu o noktadan sonra fark etmiştim. Beni ona aşırı derecede bağlayacak olan kuvvetli bir inanç.

Sıramda huzursuzca sallandım. Zehra’nın fısıltı halinde yükselen uyarıları bir kulağımdan girip diğerinden çıktı. Boyaları dökülmekte olan duvarın dibine kadar yaklaştım. İçinde bulunduğum köhne binanın camından, okulun bahçesinde top koşturan güruhu izlemeye başladım. Düşüncelerime daha fazla gömülebilmek için harika bir fırsattı bu.

Babama hâlâ imrendiğimi düşünüyordum. Sekiz kız evladın ardından bir kere bile isyan emaresi göstermediği yüzünün her çizgisinde ayrı bir hikâye saklar babam.

O yedi erkek kardeşin en büyüğü ve en yüreklisiydi. Çalışmak onun diğer adıydı. Kendi işi yetmiyormuş gibi başkalarının işine de koşar ve bunu her seferinde gönüllü olarak yapardı. Bu durum, şu ana kadar hiç değişmedi.

Onun gibi yüce gönüllü başka biriyle daha karşılaşmadım. Benim gözümde hep tekti. Kimse böylesine kudretli bakışlara hâkim olamaz ve gönlüme daha sonradan büyüyüp güçlenecek bir filiz dikemezdi. Yılların, genç bir kıza dönüştüğümde bile, araya katacağı mesafeler gönlümdeki ağacı daha diri tutacak ve meyvelerini vermesi için onun bir kudretli bakışı yetecekti. Konuşmasına gerek kalmayacaktı. O yüce gönüllülüğü benim için açık bir kitap gibi olmasını sağlarken, kelimeler zaten gereksiz ya da bir fazlalık gibi duracaktı. Büyümüş olsam da, onun küçük kızı olarak kalacak ve bununla gurur duyacaktım.

Sınıfın sessizliğine gözyaşlarımı karıştırmamalıydım. Ama yine de düşünmeden edemiyordum. Dokuzuncu kardeşim dünyaya geldiğinde, onu ilk kez kucağına alacak olan babamın tepkisini merak edip de küçük, telaşlı adımlarla onu takip ettiğim anı düşünmeden edemiyordum. O zamanlar, aniden kırılıp dökülebilecek kadar hızlı nefes alıyor, göğüs kafesimin çatlayacağını zannediyordum. Babamın yüzündeki ifadeyi, o ilk karşılaşmanın resmini gözlerimle çekebilmeyi o kadar çok diliyordum ki adımlarına yetişen ilk kişi olma gayretine giriyordum. Küçük kardeşimizi kucağına aldığında vereceği ilk tepkiyi gören kişi ben olacak ve yine gurur duyacaktım.

Oysaki annem söylememişti ona. Annem hiç kimseye söylememişti. Çocuğu onun ellerine teslim ederken gözlerinin neden yaşlı olduğunu sonra anlayacaktık. İşte o sırada, annemin sadece heyecandan ağlamış olduğu yönündeki tahminim tutmayacaktı. Yanılacaktım. Ancak babam minik kardeşimizi kollarına aldığında fark edecektim. Hepimiz fark edecektik. Kardeşimin gözleri olmadan dünyaya geldiğini ve aslında dünyaya gözlerini açamadığını…

Hastane, çocuk dünyaya gelmeden aylar önce onu bilgilendirdiğinde, annem bu haberi bizlerden gizlemeyi başarmış. Doktorları da sıkı sıkı tembihlemiş. Neticede ne oldu? Bizler hazırlıksız bir imtihana yakalandık.

Topuk sesleri kulaklarımı doldurduğunda düşüncelerimden uyandım. Öğretmen uzun tırnaklarını sırada gezdirdiğinde ise kafamı kaldırdım hızla. Zehra acınası gözlerle beni izliyordu. Öğretmen tahtaya temel konularla ilgili görünen, gayet basit –ancak benim için bir o kadar zor– bir formül yazdı çarçabuk. Anında bıkkın bir tavırla kollarını birleştirip bana döndü.

“Ön sırada uyuyabilecek kadar cesursun, bu soruyu cevaplayacak cesaretin de vardır umarım.”

Yanağımı ovuşturarak yerimden kalktım ve tahtanın karşısına geçtim. “F kuvveti” diye düşündüm içimden. Vektörler konusu muydu bu? Unutmuşum. Oysa lise birinci sınıf konusu olduğunu hatırlıyorum. Bir kez daha lise ikinci sınıf öğrencisi oldum, ancak her şeyi ne kadar da çabuk unutuyorum.

Düşüncelerim derinlere, daha da derinlere gidiyor.

“Babam asla isyankâr biri olmadı” diye geçiriyorum içimden.  

Ben geçmişimi izlerken nerede kalmışsam, oradan devam etmeye kararlıydım. Tebeşiri elimde un ufak edinceye dek hayatımı izleyebilirdim öylece. Geçmişi izledim ve babamın kardeşimi ilk kucağına alışını hatırladım.

“Babam asla isyankâr biri olmadı hocam…” diye anlatasım geldi. “ama o an, gözlerindeki kaygıyı belki de tek okuyan bendim. Gözleri yaşarır gibi olduğunda bunu çarçabuk gizlemeye çalıştığını ilk keşfeden bendim. Belki de onu keşfeden tek çocuğu olmak istediğim için bu kadar bencilce düşünüyorum.”

Tebeşir elimde can verirken biraz daha gömülüyordum geçmişe. Babamın boğumlu parmaklarını düşünüyordum.

Olasılık yeteneğim babamın parmaklarında son buldu hocam. Bebeği anneme geri verirken ve ben kollarındaki o boşluğa şahit olurken tahminlerim suya düştü. Karanlık, sanki dokuzuncu kardeşimin değil de benim gözlerime tünemişti.

Babamı gözlerimin önünde canlandırdım yine. Geçmiş ayağıma gelmedi, ama ben sınıftan uzaklaştım ve onu daha yakından izledim.

Gitmişti alelacele. Belki bu yaşımda anlayacağımı o an kestirebilseydim, daha yakın olmaya çalışır, fırsat buldukça sarılırdım… Aramıza mesafelerin girmesine izin vermezdim. Onu keşfetme aşkıyla kıvranan hücrelerimin küle dönüşmesine izin vermezdim belki… belki o gün yalnız kalmaya ihtiyacı olduğu için apar topar çıktığını anlasaydım.

Babam sessiz bir adamdı hocam. Sonra biz de sessizleştik. Ben sessizliğimi kardeşimle bozuyordum. Babamın ondan nefret ettiğine dair yanlış bir olasılığın peşine takılmıştım.

Tahminlerim artık tutmadığında, büyüdüğümü anladım. Babama anlatacağım hayali kahramanlarımın hepsinde o küçük bebeği gördüm. Ona sığındım.

Hayır, babam kesinlikle isyankâr değildi. Aksine o sabırlı ve sessiz bir adamdı.

Ve ben çoktan sessizleşmiştim, ama kardeşim beni duyuyordu. Yusuf olsun adın, diye düşlemiştim küçüklükten beri. Olmayan gözlerine rağmen öyle güzel parıldıyordu ki.

İsim fikrimi bir cesaretle babama açmıştım. Sanki daha sert bakıyordu artık. “Sami” ismi düşünülmüştü önceden. Dedemin adıydı Sami. “Olsun” dedim. Bu isim de çok güzeldi. Neticede “Yusuf Sami” demeye başladım ona. O da “Şeyma Abla” diye seslendi büyüdükçe. Diğer kardeşlerine “Abla” diye hitap ederken, sadece beni işaret etmek için böyle sesleniyordu. Hoşuma gidiyordu. Böylelikle daha kolay yakalayabiliyordum ellerini. Onu sürekli evimizin dibindeki ormana götürüyor ve hikâyeler anlatıyordum. Gözleri oluyordum. Bakışlarımı hissedebiliyordu böylece.

Fizik öğretmenimiz tebeşiri hızla elimden aldığında, yere düşen tozlara mıhladım gözlerimi. Tebeşiri neredeyse öldürüyordum. Hocamız uzun tırnaklarıyla bana sıramı işaret etti. Oldukça sinirliydi.

Yerime otururken Zehra’ya bakmamaya çalıştım. Bana acıyordu. O günden beri bana acıyordu. Oysa ben acımalıydım ona.

Zaten acıdığım için onunla yakın arkadaş olmuştum. Ama kibirli bir acıma değildi bu. Daha çok kendimi onda bulmuştum. Saçma bir andı belki.

Henüz birkaç ay öncesi gözlerimin önünde belirirken gerçekten de saçma olduğunu hatırlayabiliyorum. Annesi ile babasını tekrar bir araya getirebilmek için blöf yapmış ve bunda da başarılı olmuştu.

Kapı aralığından, yere dağılmış ilaç kutularını gördüğüm anda içeri dalmıştım. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. İntihar etmeye çalıştığını fark etmemiştim bile. Çok sonra öğrenecektim sözde intihar etmeye yeltendiğini ancak son anda yetişmiş ve onu bu durumdan kurtarmıştım. Ellerindeki haplara saldırmış, kızı olduğu yerde sarsmıştım. Zehra neye uğradığını şaşırmıştı ama tuhaf bir şekilde mutlu görünüyordu. O an tek düşündüğüm Zehra’nın doktor babasını arayarak durumu bildirmek olmuştu. Neticede kızın emellerine kısa yoldan ulaşmasını sağlamıştım.

Düşüncelerimin arasında gülümsedim. Zehra manasızca suratıma bakıyordu. Öğretmen de o sırada benimle ilgili bir şeyler söylüyordu. Kulak verememiştim ama kötü şeyler olduğuna emindim.

Bakışlarımı yalnızca sırama çevirdim. Ağlamayacaktım. Ağlamamalıydım. Aklıma güzel şeyler getirmem gerekiyordu. Öğretmenin kelimelerine kulak tıkayarak kara kalem çalışmalarımla dolu defterimi çıkardım. “Evet, güzel şeyler…” diye düşündüm. “Yusuf Sami ile ormandaki maceralarımız mesela.”

Ormandaki hayali canavarlardan saklandığımız bir günü hatırladım. Bu anı zihnimde canlanır canlanmaz beni gülümsetmeyi başarmıştı. Bu kez kendimi ormanda, Yusuf’umun yanında buldum. O vakit aklına bir soru takılmıştı.

Görüntüyü zihnimde daha da netleştirdim. Canımdan çok sevdiğim kardeşim gözlerimin önünde daha bir canlı belirdi. “Şeyma Abla” dedi meraklı parmaklarına omzumda birkaç tur attırarak. “bugün engelliler öğretmenimiz bize renkleri anlattı.”

“Gerçekten mi?” dedim gözlerimi büyülterek. Heyecan bütün bedenime aynı anda nüfuz etti yeniden.  “Anlatmak ister misin?”

“Hayır,” dedi buruk bir ses tonuyla. Bu halinin sebebini anlamak için bütün bir günümü hiçe sayabilirdim. Zaten annemin endişelerinden saklamaya çalıştığım ve yine kötüye giden derslerimi umursamamakta ısrar ediyordum.

O gün kardeşim Yusuf Sami benden renklerle ilgili bir konuşma yapmamı istediğinde, bütün renklere bir hikâye uydurmuş ve her birini ayrı ayrı temsil edecek soyut bir kavramı dile getirmiştim. Böylelikle doğduğundan beri hiç renk görmemiş kardeşim, onları hissedebilecekti. En sona siyah ve beyazı sakladım, zira onları neye benzeteceğimi daha kestirememiştim. Beyaz’ın yeri bende çok özeldi. Bu yüzden ona daha sonra değinecektim. İyileri sona saklamak, yemekten sonra tatlı yemek gibiydi.

“Siyah; hüznün, sevgisizliğin, umutsuzluğun ve diğer bütün kötü şeylerin rengidir. Umutsuzluk demektir siyah…” Ama devam edemedim. Beyaz’a cümlelerim kalmamıştı sanki. Bir düşünce dalgasına kapıldım. Kısa bir süreliğine konuşmayı bile unuttum.

 Ancak Yusuf haklı bir şekilde endişelenerek sordu:

“Beyaz rengi açıklamayacak mısın?”

“Bilemiyorum,” dedim kafası karışmış bir halde gökyüzünü incelerken. Elimi yakaladı elleriyle. Ve görmeyen gözleriyle bulunduğum yeri seçmeye çalıştı. O anda aklıma gelen benzetme ile gözlerime yansıdığını düşündüğüm o ışıltıyı kardeşimin de görebilmesini isterdim.

“Buldum,” dedim heyecan içinde. “beyaz için çok ama çok uygun bir tabir buldum.”

“Dinliyorum…” Masumca bakmayı sürdürdü. Ki zaten masumdu. On yaşına gelmiş dünya tatlısı bir çocuktu o artık. Ve her şeyden önemlisi benim kardeşimdi.

“Beyaz masumdur. Senin gibi.”

“Hayır, tıpkı senin gibi.”

“Hayır!” dedim kızmaya başlayarak. “Tıpkı senin gibi!”

“Tamam, tamam! Kızma hemen!”

“Hah! Şöyle! Senin gibi masumdur beyaz! Hiçbir leke ona değmemiştir. Saf bir güzellik taşır bünyesinde.”

“Annemizin yataklarımıza serdiği çarşaflar gibi, değil mi?”

“Hem evet, hem hayır!” dedim düşünceli bir ses tonuyla.

“Yoksa gökyüzü gibi mi?” diye sordu.

“Hayır, daha derin!”

“Nasıl yani?”

“Nasıl açıklayabilirim ki?” dedim yine sesli düşünerek. “Hah! Buldum!”

Bir anda olduğum yerde zıplayınca, onu da tatlı bir heyecan kaplamıştı.

“Ne buldun?”

“Sevgi gibidir beyaz. Beyaz, sevginin kendisidir. Tıpkı sen gibi. Sana duyduğum sevgi gibi.” Kaşlarım aşağıya düştü. İyi ki bunu göremiyordu Yusuf. Ama ben yine de hislerimi söylemek istiyordum. “Babamıza duyduğumuz sevgi gibi…” diyordum. “Tıpkı babamıza duyduğumuz sevgi gibi masumdur beyaz. Sevgi de masumdur. Sen de masumsun.”

“Sen de!” diye ekledi.

Onayladığımı bildiren bir ses çıkarmadım. Bir “Hı hı” deseydim yetecekti belki de. Öğretmen fizik problemini benim yerime çözerken deftere fakında olmadan “hı hı” yazıyor ve Yusuf’u onayladığımı bildiren bir tepki veriyordum. Yine imkânsızı isteyerek zamanı geri çekmeye çalışıyordum.

Kardeşim görüneni görmüyordu belki ama görünmeyeni görüyordu. Benim o zamanki tepkisizliğime bir tepki vermeye çalışıyor, “Sen de!” diye sesini yükseltmeye devam ediyordu. “Buna inanmıyor musun yoksa?”

Aslında on yıl önce dünyaya gözlerini açan kişi oydu. O doğduğunda ben kapatmıştım gözlerimi, ama o açmıştı. Yeni bir umut gibi doğmuştu. Gözlerimizi açmak için bizden biri olarak doğmuştu.

Dünyaya gözlerini asıl kapatan kişi bendim.

“Hadi!” dedim kafamı dağıtmaya çalışarak. “Eve geç kalmayalım. Annem kızmasın şimdi.”

Toparlanmaya başlamıştım çoktan. Hiçbir zaman yanımdan ayırmadığım eskiz defterimi sırt çantama sığdırmaya çalışırken bunu fark etmiş, bana yardımcı olmaya kalkmıştı.

Ellerini yakaladım hemen.

“Keşke çizdiklerini görebilseydim.”

“Önemli şeyler değil ki! Amatörce karalıyorum sadece.”

“Ama bir ara bana fantastik canavarlar çizdiğini de söylemiştin.”

“Yalan değil ki,” dedim çarçabuk. “hâlâ çiziyorum onlardan. Ama ara verdim. Bu aralar sadece portre çiziyorum.”

“Kimin portrelerini?”

Sesimi çıkarmadım. Kendisini çizdiğimi söylesem bakmak isterdi. O üzülünce ben de üzülürdüm.

“Küçükken yanımızdaki boş eve benim yaşlarımda bir çocuk taşınmıştı. O andan itibaren onun portrelerini çizmeye karar verdim.” Söylediklerim her ne kadar doğruluk payı taşısa da bahsettiğim kişinin sadece bir portresini çizmiştim bu zamana kadar. Diğer bütün çizimlerimin uzaktan veya yakından ama sadece kardeşim Yusuf’la bir ilgisi vardı.

“Ve bunu bana hiç söylemedin ablacığım!”

Bu kez adımı zikretmemişti. O an anladım ki bir şeyler ima etmeye çalışıyordu. Ne zaman adımı kullanmayarak sadece ‘abla’ diye seslense bir müddet sessiz bir şekilde bekliyor ve sırıtmaya başlıyordu. Onun için bu, saman altından su yürütmek anlamına geliyordu.

“Hiç öyle sırıtma! Düşündüğün gibi değil!” Bir yandan evin yolunu tutmuştuk ve ben Yusuf’u tümseklere karşı koruma çemberine alarak alelacele konuşmaya devam ettim. “Çocuğu uzun yıllardır görmüyorum. Sana söylemedim ama o evden de yıllar önce ayrılmışlar. Pek mesken tutturan tipler değillerdi sanırım. Gerçi ailesini değil de yalnızca çocuğu gördüm.”

Bütün bunları ona anlatmayı tercih etmemin sebebi, Zehra dışında başka hiçbir arkadaşımın olmayışı ve yalnızca ona güveniyor oluşum da olabilirdi elbet. Sonra onun büyüyeceğini ve büyük bir hayal kırıklığına uğrayacağımı biliyordum. İmkânım olsa onu hep bu yaşında tutmaya çalışırdım. Büyümek elimizde olmadan gelişen bir felaketten ibaretti.

Ama zaten benim için hiç büyümeyecekti ki o. Hep çocuk kalacaktı.

Düşüncelerimin yeniden buhar olma sebebi, bilemeyeceğim bir soruyla daha karşılaşmış olmamdı. Öğretmen karaladığım defteri fark etmesin diye onu çarçabuk fizik kitabımın altına saklarken Zehra’nın kurku dolu bakışlarıyla karşılaştım. “Biraz daha dikkatli ol!” diye fısıldadı bana dişlerinin arasından.

Derslerim o kadar kötüye gidiyordu ki artık kendimi bile tanıyamıyordum. Ama emindim ki sayısal bölüme ait değildim ben. Belki de aittim. Sadece… son zamanlarda inancımı kaybetmiştim. Oysaki ilkokulda nasıl da çalışırdım. Okul hayatına geç başlamama rağmen “Büyüyünce erkek mesleği yapacağım,” derdim hep. “Makine mühendisi olacağım ve babama yardım edeceğim.”

Büyüyünce…

düşlerim küçüldü benim.

Daha da korkuncu babam için verdiğim o sözü yerine getiremeyeceğimi anladım.

Yusuf da anlamıştı.

Basamakları tek tek geride bırakırken, ilk başlarda hızlı tırmanışlarım yerini inlemelere bırakmış ve nasır tutan ayaklarımı zorla sürükler olmuştum. Oysa küçükken ne heyecanlıydım!

Büyüdükçe babamı anlayamadım. Onunla iletişim kurmaya devam etmek ve öğrendiklerimi daha fazla unutmamak adına gizlice sözlük taşımaya başladım. Yine de kâr etmedi.

Oto tamirciliği sırasında yanına çırak olduğum günlerimden bir gün, gerekli malzemeleri getirip götürürken ustalaşmış yıllar önceki halimden eser kalmadığını kanıtlarcasına, yanlış olanları seçip getirmiştim. Her seferinde hüsrana uğratmıştım onu. “Sanırım artık kendime çırak olmalıyım, ne dersin?” diye sorduğunu anımsıyorum manalı ama bir o kadar da hassas bir ses tonuyla. “Senin gibi bir çırağı da kaybetmek istemezdim elbet. Eşi bulunmaz bir çırak olurdun. Ama sanki yaşlanan ben değilim de sensin. Öğrendiğin her şeyi inanılmaz bir hızla unutuyorsun.”

Bu söz son derece büyük bir hassaslıkta söylenmesine ve kudretli sesinde şekillenmesine rağmen, yüreğimde koca bir delik açmaya yetmişti. Hayır, beni asıl yaralayan da onun bu hassaslığı olmuştu zaten. Keşke bana bağırsaydı, diye düşündüm. Keşke bir kere bile bağırabilseydi.

Ama o yalnızca kendi içine haykırıyordu. Sadece kendisine eziyet etmeyi seçiyordu. Ondan bir kere bile ne fiil ne de söz olarak darbe almış olan bizler, bu bakışlarıyla en büyük darbeyi alıyorduk. Artık titremeye başlasa bile aralıksız çalışmayı sürdüren parmaklarını seyretmek, bir suikastçı edasıyla varlığımı mimleyerek kendi işime son verme isteğimi uyandırıyordu.

Ve o bakışları, hiçbir zaman aydınlığa kavuşmayacak karanlık bir odaya hapsediyordu beni. Ondan olabildiğince uzaklaştırmaya çalışırken, aynı anda o ana dek hiç olmadığı kadar yakın kılıyordu beni kendisine. Hem bir umut hem de ümitsizlik abidesiydi o bakışlar.

Yanında kalırsam, kafasını karıştırmaya devam edecek ve işine engel olacaktım. Ona layık bir çırak olamayacaktım.

Bakışları acı veren bir ilaç gibiydi. Kaygan bir zeminde ilerlemek durumunda kalsam da o merheme ulaşacak ve acılar içinde aydınlanmayı tercih edecektim. Ölüyken dirilecek, diriyken bin defa ölecektim.

Benden önce öldüğüne şahit olursam, diye düşündüm. Düşüncesi bile ruhumu çarmıha geriyordu.  Eğer benden önce öldüğünü görürsem dünya bedenime dar gelecek ve mahkûmluğuna son vermek gayretine girecek ruhum. Acı gerçek -nihai olarak- kaldırılamayacak. Ama herkes Gerçek Sahibi’ne mutlaka yolcu!

Yine de ölümüne şahit olmak istemezdim. Eğer şahit olursam da, belki gözyaşlarımı artık içime akıtma evrelerim son bulacak ve doyasıya haykırarak, beni kapatan o duvarları yumruklayacaktım. Ellerim nasır tutacaktı ama buna değecek, duvarlar yıkılacaktı. İş işten geçecek ve hapsolmuş sevgi sözcükleri mezar taşına malzeme olacaktı. Hayattayken veremeyeceğim pek çok şeyi, o öldükten sonra vermeye çalışacak ve bunun imkânsızlığı içinde bir kere daha kavrulacaktım.

Zehra, düşünce dünyama yaptığım derin yolculuğu aniden buharlaştırdı. Gözlerimin önünde elini dalgalandırdı. Beni yaşadığım ana döndürmeye çalışıyordu. Sıraya vurdu hafifçe. “Ders birkaç dakika sonra sona eriyor,” diye fısıldadı. “Biraz daha sık dişini.”

Dişimi sıkmam için daha fazla düşünmem gerekiyordu. Öğrenciliğe artık dayanabilmem buna bağlıydı. Yine derin yolculuğuma gömülmekten başka bir çare bulamamıştım. Cevapsız kalan düşüncelerime bir yol haritası çizmek zorundaydım. Gözlerimi pencereye kaydırdım.

“Belki de…” diye düşünerek yolculuğuma kaldığım yerden devam ettim. “…sırf pişmanlık hissinin bedenimi ele geçirmesini, beni içinden çıkamayacağım vicdani muhasebeye kurban edeceğini bildiğim için, bu denli bencilce düşünüyor; babamdan önce ölen kişi olmak istiyorum. Küçükken sadece onu paylaşmak adına masum bir bencillikle sürdürdüğüm hareketlerim, büyüdüğümde sırf acı çekmemek adına beni ele geçirmişti. Ona sunamadığım sevgiyi Yusuf’a gösteriyor ve bu halle yine kendi bencilliğimi gün yüzüne çıkarıyordum.”

“Belki de!” diye düşündüm tekrar.

Babamın da bir gün ölüp gideceğini kaldıramayışımın ardında yatan gerçek etken aslında bencilliğimden kaynaklanıyordu. İşin en korkutucu yanı da buydu. Gittikçe kendini bilmez, bencil ve sessiz bir insana dönüşüyordum. Kendimi tanıyamıyordum. Küçüklüğümü düşleyip duruyor ve hiç geri getiremeyeceğim bir geçmişte yaşıyordum. Eski neşeli, sıcakkanlı ve itiraflarını hiç çekinmeden ileri sürebilen çocukluğumu özlüyordum. Gerçekten o kadar uzaktım, savaşmaktan o denli kaçıyordum ki artık varlığımla yokluğumun aynı kefeye konmasına bile seyirci kalabilirdim. Bu düşünce tarzımla yine bencil olduğumu da kanıtlamış oluyordum. Ve bu durumun hiç değişmeyeceğinden korkuyordum. Neticede faaliyete geçirmeyen korku, şehrin sahte parıltılarına yenik düşmüş bir yıldızın gözden kayboluşu gibi, umutlarımı da söküp çıkarıyordu.

Sadece sevgim beyaz kalıyordu. Bir düşününce, aslında ona siyahlığımdan eser bulaştırmamak için sessiz kalmak istiyor da olabilirdim ben. Ama bu durum ne yazık ki bencil olduğum gerçeğini değiştirmiyordu. Babama duyduğum bu saf sevginin, derin beyazlığın ardında durmam bile bencil olduğumun yegâne kanıtıydı aslında. Tavırlarım bir beyaz saflığını taşımasa da, sevgimin duru bir güzellikte ışıldamaya devam etmesini ve daima beyaz kalmasını diliyordum.

Umut yolunu arşınlamaktan çoktan vazgeçmiş bakışlarla pencereye öylesine dalmıştım ki dışarıda ne olup bittiği umurumda bile değildi. Sadece beni geçmişe götüren beynimde birkaç tur atıyor ve içinde bulunduğum zamanı durduruyordum.

Gözlerime ilişen belli belirsiz bir görüntü, zihnimin bir oyunu gibi gelse de, o el sallayışın ve bağırmanın ardından yerimden hoplayacak gibi oldum. Benim yaşlarımda bir çocuk, ne hikmetse oyun arkadaşlarından en başından beri topu kapamamış ve çalımlara yenik düşmüş bir öğrenci, adımı haykırıyor ve buraya doğru el sallıyordu. Belki de bana el salladığını sanmıştım, bu katta ismi Şeyma olan benden başka biri daha olabilirdi pekâlâ. Gözlerimi derhal kurtardım ondan. Beni tanımıyordu. Ben de onu tanımıyordum. İşin garip yanı, çocuk o kadar bağırmış ama alandaki hiç kimsede en ufak bir rahatsızlık emaresi belirmemişti. Diğer herkes de onun bir deli olduğunu düşünüp kendi haline bırakmış olmalıydı.

Var gücümle öğretmene hissettirmemeye çalışarak gözlerimi yine pencereden dışarıya kaçırdım. Çocuk çoktan futbol oynamaktan sıkılmış ve köşedeki banka geçip oturmuştu. Sonra gözleri tekrar gözlerimi yakaladı ve ben bir kere daha neye uğradığımı şaşırdım. Kalbim, bir senfoni orkestrasının değişik tınılarıyla zihnimi doldurmaya ve başımı ağrıtmaya başlıyordu. Midem kalbimin çıkardığı seslere eşlik ediyor ve yerinde duramıyordu.

Pekâlâ, yine bana bakmış olamazdı. Ama neden bu kadar heyecanlıydım? Onu yıllar önce gördüğüm kapı komşumuza benzettiğim için mi? Hani, şu bir adet portresini çizdiğim çocuk. Gerçekten de geri dönmüş olabilir miydi? Yıllar önceki haline ne de çok benziyordu. O ara kendime sormam gereken asıl soru aslında şuydu: Sadece tek bir bakışla, onun gizemli komşumuz olduğu sonucunu nasıl çıkarabilmiştim?

Teneffüs beni yeterince bekletmeden gelip çattığında –her ne kadar o çocukla karşılaşmaktan korksam da- temiz hava almak için dışarı çıktım. Saniyesinde yanımda bitiverdi. Ben daha elimdeki meyve suyu ve poğaça ile banka yeni oturmuştum ki gözleri yine gözlerimi yakaladı. Hiç sormadım ama “Adım Yusuf!” dedi aniden. İşler iyice ilginç bir hâl almaya başlamıştı. Sesimdeki heyecanlı tonu değiştirmeye çalışarak, "Yusuf mu?" diye sordum. “Benim kardeşimin adı da Yusuf.”

“Öyle mi?” Gözleri o kadar büyümüştü ki bir an korkup kaçacağımı sandım. Tedirgin halimi fark edince hemen kendisine çeki düzen verdi ve inanılmaz derecede ışıltılı bir gülümsemeyle beni izlemeye devam etti.

“Neden beni takip ediyorsun?”

“Asıl sen beni takip ediyorsun?” dedi çocuk ve iyice şaşırmama engel olmak için konuşmasına devam etti. “Her gün bu saatlerde bu bank benim olur. Ve sen, mekânımı çaldın!”

“Öyle mi?” dedim bu kez ben onun taklidini yaparak. Normalde buna yeltenemezdim bile. “Nereden senin mekânın oluyormuş, bu bank okulun malı bir kere.”

“Kim demiş? Burası benim malım.”

“Asıl senin malın olduğunu kim demiş?”

Tartışmamız uzun bir süre daha devam etti.

Zehra günün sonuna dek daha da sessizleştiğimi fark edip bana sorular sordu, ancak aklım hâlâ o çocuktaydı. Okul çıkışında eve onsuz gideceğimi söyleyip Zehra’dan ayrıldım.

Yusuf peşime takılmıştı. Fark ettiğimi belli etmedim ama deli gibi endişeliydim.

O günden sonra beni her okul çıkışı gizlice takip etmeye başlamıştı. Derslere zaten yeterince odaklanamayan zihnim hepten allak bullak olmuş, kardeşim Yusuf Sami’ye bile yeterince vakit ayıramaz hâle gelmiştim. Oyunlarımız giderek seyrekleşiyordu.

Hayatımın bu noktasından sonrası için ne tür bir ibare kullanabilirim bilemiyorum ancak Yusuf’la tanıştığım günün sabahında neredeyse bir araba kazasına kurban gideceğimi fark ettiğim o anda zihnimi ibarelere tamamen kapattım. O andan itibaren, içimden bir ses, daha da eksilmeye başladığımı söylüyordu.


Devam edecek...

Hiç yorum yok

Yorum Gönder

© OYUNCU OLMAYAN KARAKTER
Maira Gall