Severance | Kendi Oyuncusu Olamayan Karakterlerin Modern(!) Dünyası

 


Severance ilk sezon yayınlandığında üç günde falan bitirmiş, hakkında yazmam gerektiğini düşünmüştüm. Ama nasip olmadı. Uzun zaman önce blog sitemi silmiştim. Az da olsa duyduğum pişmanlık bana yeni bir blog sitesinin kapılarını açtı. İkinci sezonu dört gözle bekliyordum, fakat ne yazık ki ikinci sezon beklentimi karşılamadı. Bir de üçüncü sezonu gelecekmiş, bölümler bu kadar ağır gitmeye devam ederse ne olacak bilemiyorum, ama konusu itibariyle merakımı cezbettiğinden kesin izlerim diye düşünüyorum. Birinci sezon on üzerinden 9 ise ikinci sezon benim gözümde 7'yi geçemedi. Umarım üçüncü sezonda durumu toparlarlar diyeceğim ama ticari kaygılarla da uzattıkları bir gerçek. Fakat yine de... Biz bu harika konuya dönelim.


Konuya girmeden önce hep yapmak istediğim bir şeyi yaparak seyirci kitlesini açıklamak isterim. Birinci sezon için 16 yaş üstü diyorum ve ikinci sezon için de 19 yaş üstü diyorum. Tabii ki bu benim kendi görüşüm. Sebebi ise zihnimin bir köşesinde saklı dursun. Katılabilir ya da katılmayabilirsiniz. Ben yine de uyarımı, hatırlatmamı yapmış olayım. Şimdi dizinin sürpriz bozan olmadan konusuna geçiyorum:


Dizi felsefi ve psikolojik bir altyapısı olan bilimkurgu ve distopik bir yapım. Aslında sıkıcı diyebileceğimiz, kapitalist dünya düzeninde lider rolünü üstlenmiş şirketlerin modern ve gönüllü köleliğini yapan insanlığı merkezine alıyor. Evden işe işten eve gidip gelen modern köleler, karnı tok sırtı pek bir hayatta onlara sunulan "sınırlı" mutlulukları kanıksamış bir şekilde fasit dairelerinde dönüp duruyorlar. Durup düşünmeden ve hayatı sorgulamadan geçip giden ömürler... Aslında ne iş yaptığını bile bilmeden, sadece önlerine sunan absürt işleri halletmeye çalışan, karın tokluğuna yaşayan insanlık. Fakat arka planda liderlerin büyük oyunları dönüp duruyor ve aslında onlar da başka birilerinin köleliğini yapıyor. Sonuç: Çarpıcı bir vahşi doğa belgeseli.


Şimdi biraz karışık anlatmış olabilirim. Tümevarım yöntemiyle anlatmaya çalışayım: Önce küçük bir pencere açalım ve Mark adlı başrole çevirelim merceği. Mark karısının ölümünden sonra öğretmenliğe devam edemeyince bir şirkette işe başlayan orta yaşlı biridir. Lumon adlı bu şirketin teknolojik bir girişimde bulunduğunu öğrenir ve uygulamak ister. Esasında yasadışı olması gereken bu girişime göre şirketteki iş yaşamıyla günlük yaşamı birbirinden ayırmaya yarayan bir çip geliştirilmiştir. Bu çipi ameliyatla beyninize naklettirdiğinizde geri dönüşü yoktur.


Düşünsenize, iş hayatınızda yaşadıklarınızı hatırlamayacaksınız. Fakat sorun şu ki iş hayatındaki benliğiniz de dış hayatınızda ne yaşandığını bilmeyecek. İki farklı kimlik. Bakın, kimliği büyük puntoyla yazıyorum, çünkü bu konu ilgimi çekiyor. 



Dizi “Kimsin Sen?” sorusuyla ve ana rahmini ya da balinanın karnını andıran bir sahneyle başlıyor. Ana rahmi dememin sebebi kordonu andıran kablo olması. Kablonun ucunda hoparlör var. Kablo olmayabilirdi. Nihayetinde yüksek bir teknolojileri var. Ama dizideki her bir ayrıntı bir şeye dikkat çekiyor. Tıpkı derin edebiyat gibi. Klasik romanların, öykülerin, denemelerin de fazlalıklarını atması gibi gereksizliğe yer vermiyor, özellikle birinci sezon. Tabii her dizinin acı akıbeti olan piyasa kurbanlığı, ticari kaygılar vs. sonucu uzatmaları oynayan pek çok sahne (maalesef özellikle 2. sezonda) mevcut. Ama kamera çekim açılarının muazzam olduğunu ve iyi çalışıldığını söylemek gerek.


"Kimsin sen?" sorusu kadim tarihlerden, mitolojilerin oluşumundan beri insan beyninin çeperlerine çarpıp duran bir soru. Biz bu dünyaya bebek olarak geliyoruz ve her bir adımımızda yeni bir şeyi keşfederek, iyi ya da kötü deneyimleyerek geliyoruz. Burada bir doğallık var. Ama Severance'daki doğuş tamamen yapay. Zira dizideki ayrıklar* şirkete böyle doğuyor: Orta yaşlarda ve belleklerinde yaşamın kırıntıları olsa da kendilerine yabancı, gökyüzünü tanımayan yapay bireyler olarak doğuyorlar. Bu medeniyete(!) modern bir (işçi) köle olmaları için bir klon gibiler. Halbuki kendilerini ayrıştıran insanlarla aynı bedeni paylaşıyorlar. 


Ayrık nedir? Ayrık şirket dünyasına adım atan ikinci benliklerine verdikleri isim. Beyinlerindeki anıları ayıran çip sayesinde şirketin içinde çalışan ikinci benliklerine bu adı veriyorlar. Hatta dışarıdaki benliklerine "Dışsal", şirket içinde çalışana da kısaca "İçsel" diyorlar. Bölünmüş kişilik. Bakın sorun nerede? Tahmin edebilirsiniz: İçerideki benlik dışarıdakini tanımıyor, onun geçmişini, yaşadıklarını bilmiyor ve doğal olarak umursamıyor da. Çünkü bu "İçsel" artık apayrı biri. Kimlik çatışması. Dizinin ana sorunsalı bu.


Kamera açıları karakterlerin duygu dünyasına öyle güzel hizmet ediyor ki tüm bu kanı gibi ilerlemelere rağmen kendinizi sahnelerin büyüsüne kaptırabiliyorsunuz. Seçilen renk tonları bile akıllıca. Şirket sahnelerindeki sıkıcılık beyazlar, lacivertler, simetrik nesneler. Dış dünyada da bizi ayrı bir karamsarlık ve durgunluk bekliyor. Şirkette ayrıkların gittiği alt katın pürüzsüz göstermelik düzenini görüyor; fakat sıkıcı, hatta ağır renk tonlarındaki tekdüzeliği okuyoruz. Dış dünyada ise ağır çekim ilerleyen bir kargaşaya adım atıyoruz. 



Bir de neden alt kattalar acaba? Alice in Wonderland'daki gibi doğrudan sıra dışı dünyaya yolculuğu mu temsil ediyor? Hiç şüphesiz. Asansör, Alice'in düştüğü dipsiz kuyunun modern dünyadaki temsili adeta. Ayrıca beyindeki ayrık çipini harekete geçiren bir geçiş kapısı. Asansörden inen çalışanın bilinç değişimine hem karakterin tepkileri hem de kamera bakış açısıyla şahit oluyoruz.


Soyadların sadece baş harflerinin olması da ayrıkların kısıtlı kimliğine bir gönderme mahiyetinde. Size seslenmemiz için ilk adınız yeterli, deniyor; soyadına ihtiyacınız yok, çünkü esasında teorik olarak gerçek bir soyunuz bile yok. Sizler sadece sorgusuz çalışması beklenen kölelersiniz, hepsi bu.


Severance ayrışma gibi bir manaya geliyor. Dizinin gerek birinci gerek ikinci sezon açılış jeneriğine öyle güzel çalışılmış ki! Tam bir sanat. Neredeyse hiç spoiler vermeden genel atmosferi bir tokat gibi yüzümüze vuruyor. Dizinin müzikleri de karakterlerin duygu durumlarına eşlik ediyor. Dehşetin dozu sadece müziklerle anlaşılmıyor tabii, bu bir artı.


İçsellerin indiği ayrık katında bembeyaz hastane koridorları sıkıcılığında bir labirenti andıran dar yollar mevcut. Adeta insan beyninin uçsuz bucaksız nöronlarında bir yolculuğa çıkıyoruz, kaybolmamak işten değil. Belki de aynı hataları hiç durmadan tekrarlayan ve kendine bir çıkış yolu bulamayan tutsak insanın ahvalini temsil ediyor bu durum. Peynire ulaşmak isteyen fare deneyi gibi lanetli bir labirentte sürükleniyor insan, birtakım kodamanların elinde. Malesef labirentin görünmeyen başka uçlarında acılı ölümler kol geziyor. Aynı sıkıcı rutin hiç durmadan tekrarlanıp duruyor ve üstelik bunun altına imzasını atan yine de denek olmayı dünden kabul etmiş insanlık oluyor. Kurban, köle... Modern, kravatlı, gösterişli...


Dizinin minimalist kareleri dikkatimizi çeken bir başka husus. Eğer bir ayrıntı varsa, bu da gözden kaçmasın diye uygulanan bir taktik olabilir ki ayrıntılar amaca hizmet etmeli. İkinci sezondaki uzatmaları yine saf dışı bırakarak söylüyorum.


İtaat et. Sistemin bir parçası ol. Fasit dairede dönüp dur. Çarkını çeviren hamsterdan ne farkın var ki! Tekrar tekrar aynı şeyleri söyleyerek bir süre sonra kendi yalanına da inanmaya başlıyorsun. Bu tıpkı bir öğretmenin ilk senesinde idealist olmak istemesi ve yıllandıkça memuriyetin sıradanlığına kendisini kaptırmasına benziyor. 


Kendi kendisini esir kılıyor insan. Kendisiyle çatışıyor. Modern dünyanın hazin sonucu: Kendisiyle çatışan insan. Özellikle de yapay zekanın çok konuşulduğu bu dönemde o akıllara takılan soru yine gündeme geliyor: 


Kimsin sen?

0 Yorumlar

Bir Yorum Yazın

Yorum Gönder

Bir Yorum Yazın

Bir Yorum Yaz (0)

Daha yeni Daha eski