Dersimiz: Canavar Adlı Öykü Kitabı Üzerine Bir Röportaj

 


Uzun zaman önce Dünya Bizim platformu için yaptığım bir röportajdı bu. Soruları hazırlayan Şair Sevgi Yerlioğlu'na bir kere daha teşekkürle ekliyorum. Dünya Bizim'de yayınlanan röportajın aslına buradan ulaşabilirsiniz.


Hatice Hanım biyografinizden Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduğunuzu öğreniyoruz. Arapça ve Türkçe dillerine ve edebiyatına hâkim olmak, iki dilin sınırları ve sınırsızlığı içinde kendi yazı evreninizi oluştururken size nasıl bir yol açtı?

Yabancı dillere küçüklüğümden beri bir hevesim vardı, bu alanda eğitim almak da nasip oldu çok şükür. Arap edebiyatında beni en çok etkileyen hiç şüphesiz Arap şiiri ve kelime zenginliğidir. Bu bölümde okumasaydım başka bir lisan üzerine mutlaka lisans eğitimi almak isterdim. Fakat Arapça ve Türkçe’nin köklü geçmişi, okuma ve yazma konusunda bana yeni kapılar açtı diyebilirim. Yabancı dil, hangi bölümle ilgilenirseniz ilgilenin, ufkunuzu genişletiyor ve kültürlere yakınlaşmanızı sağlıyor. Gerçi bende bu durum biraz ters bir etkiye, daha çok kendi kültürüme odaklanmama sebep oldu.

“Dersimiz: Canavar” isimli kitabınızda korku öğesinin kurguya başarılı bir şekilde aktarıldığını görüyoruz. Bunun yanında fantastik imgeler de hikâyelerinizin kurgusunu zenginleştiriyor. Bu tercihi oluşturan yer altı suları diyebileceğimiz, sizi besleyen eserler hangileridir?

Ray Bradbury’in Uğursuz Bir Şey Geliyor Bu Yana’sı, Herbert George Wells’in Görünmez Adam’ı, Edgar Allan Poe’nun Kuyu ve Sarkaç’ı, Mary Shelley’nin Frankenstein’ı veyahut popüler kültüre daha yakın olmasına rağmen Harry Potter ve Darren Shan gibi çocuk kitaplarını itici güç olarak sayabilirim ama korkuya duyduğum ilgi bunlardan çok daha öncesine dayanıyor; küçük yaşlarda -henüz izlememem gereken yaşlarda- izlediğim bir korku filmine. Bilim kurgu, korku, gerilim alanlarında pek çok film izledim, yapılan film okumalarını-incelemelerini takip ettim. Küçüklükten beri korku hikâyeleri uydurup insanları korkutmaya bayılan garip bir tiptim.

Korku filmlerinin seyirciyi yerine mıhlayan o gergin, karakterle sağlam özdeşim kurmasını sağlayan görsel donanım, elinizde yalnızca kelimeler olmasına rağmen sizin hikâyelerinizde de mevcut. Bu sinematografik öğeler okurun da hikâyelerin gerçek evrenine dâhil olmasını kolaylaştırıyor. Bu bilinçli bir tercih mi? Filmler sizin dünyanızda ne kadar yer alıyor?

Anlatmaktan ziyade izletmek kavramını satırlarda da bulmak isterim. Özellikle Amerikan ve İngiliz Korku Edebiyatı’nda gördüm ki okuduğum metin bana görsel bir resim sunmalı. Uzun betimleme ve tasvirlerin tiryaki okuyucusu olduğumu söyleyemem. Poe’nun Kuyu ve Sarkaç’ındaki işkence sahnesini okurken içinde bulunduğum ortamda değilimdir, ben artık o karakter olmuşumdur; hatta işkence aletini gözlerimle görmüşüm gibi soluklanma ihtiyacı bile hissettiğim oldu. Yine aynı his, modern Kore Edebiyatı’nın sıra dışı bir eseri olan Bora Chung’ın Lanetli Tavşan’ını okurken de başıma geldi. Bunların hepsi sinematografik ögelerdir ve ben de hikâyelerimde bu ögeleri kullanmayı seviyorum. Daha önce de bahsettiğim gibi izlediğim filmler hakkında pek çok araştırma yaptım. Bilal Yorulmaz’ın “Popüler Filmlerde Din” kitabı bu anlamda ilk adımı atmama vesile oldu ve filmleri bir de alt-metinleriyle izlemeye başladım. Yine de ağır ilerleyen ve saf dram filmlerinden çok aksiyon, korku, gerilim, bilim kurgu filmlerini izlemeyi tercih ediyorum. Daha önce de senaryo yazarlığı eğitimlerine katılmıştım ancak bu alanda değil, edebiyat alanında ilerlemeyi seçtim.

Türk mitolojisinin önemli unsurları ve kahramanları sayfalar arasında korkusuzca geziniyor. Peki siz hangi kaynakların sayfalarında gezinerek bu zengin ağı attınız? Sizin eserinizde hangi suların balıkları kımıldıyor?

Gerek Marvel gerek DC sonradan meydana getirdikleri yapma mitolojilerini büyütme konusunda başarılı olmakla birlikte son zamanlarda İskandinav ve Yunan Mitolojilerine de el atmış durumdalar. Süper kahraman filmlerine bayılan biri olduğum için kendi mitolojimi araştırma gereği duydum. Lise yıllarında hiç heyecanlı bir şekilde anlatılmayan Dedem Korkut’la ilgili bir sürü araştırma yaptım ve farklı kaynaklardan Dede Korkut hikâyeleri okudum. Bunun haricinde öykülerimi yazarken başvurduğum birincil kaynak Ahmet Burak Turan’ın Türk Canavarları Sözlüğü’dür. Türk Mitolojisini araştırırken bizim canavarlarımıza benzeyen pek çok farklı yaratıkla da karşılaştım. Şubat Karısı, bunlardan biridir. Kendisi Japon efsanelerindeki kuyudan çıkan kız Okiku’ya oldukça benzemektedir ki efsanelerde farklı varyasyonlara sahip olan bu karakter, Japon sinemasında Sadako Yamamura’ya, oradan da Amerikan Korku sinemasında Samara Morgan’a dönüşmüştür. Bunların dışında, izlediğim-takip ettiğim youtube yayınları ve gameplay walkthrough’lar, fantastik-macera-korku temalı anime-mangalar ve hatta oynadığım oyunlar bana ilham kapılarını aralamıştır.

Adsız isimli hikâyenizde kahramanlarınıza birbirinden farklı canavar tanımları yaptırıyorsunuz. Sizin için "canavar" nedir?

Benim için canavar, “konuşma”nın kendisidir. Komik gelecek belki ama iletişimden daha büyük canavar göremiyorum. Yazmak, her zaman kaçış yolu oldu benim için. İlkokul-ortaokul yıllarımda sessiz bir tip olsam da sonrasında baya gevezeleştim. Asıl sorun bu noktada başlıyor, karşı tarafın beni yanlış anlayacağı kelimeler kullanma korkum… İşte bu benim için büyük bir canavar!

Yalnızca canavarların değil, insanların da ad kazanmak için bir hüner göstermesi Dede Korkut hikâyelerinde yer alıyor. Sizin için insanın ad kazanma hikâyesi ve manası neye karşılık geliyor?

Ad kazanmak, kimlik kazanmaktır. Toplum içinde bir yerinin olmasıdır. Öykülerin çoğu bireysel farkındalık konusu etrafında dönüyor. Var olmak için, evet, bir topluluğa ihtiyaç duyarız. Ama zihninde koca bir evren taşıyan insanın kendisi bile tek başına bir topluluktur ve bu topluluğa kendini kanıtlamak zorundadır. Önce zihnindeki kimlik sorununu halletmelidir insan. Bunun için özdeğerini fark etmesi, tabiri caizse varlığıyla yüzleşmesi gerekiyor. O kendini kabul etmedikçe, toplum da onu kabul etmeyecektir.

Nedir bizi canavarlardan ayıran?

İnsan olmaktır, diyeceğim ama bu da ironik olacak. Zira “insan” Arapçada “çokça unutan” anlamındadır, unutmak kökünden gelir. İnsan her an, her saniye yaratılış amacını unutmaya meyillidir. Kalubela’da bir söz vermişiz ama hiçbirimiz bu sözü hatırlamıyoruz. Bizi canavarlardan ayıran şey hatırlamaya çalışmaktır. Unuttuğumuz anda canavara dönüşüyoruz çünkü. Ama diğer yandan hatırlamak, her an, her saniye… Hatırlamak için çırpınmak… Bu da başlı başına bir canavar değil midir? Birini yensek öbürü hortluyor. Yenmesek ya da vazgeçsek biz canavara dönüşüyoruz bu sefer. O zaman, bizi canavarlardan ayıran şeyin vazgeçmemek olduğunu söyleyebiliriz belki. Havf ve reca arasında durabildiğimiz ölçüde onlardan ayrılıyoruz.

Duanın en güçlü pusat olduğunu söylüyorsunuz, Hatice Durmaz bize duanın gücünü nasıl anlatır?

Dua bir şiirdir. Bazen tıkanırız dua ederken; elimizden bir şey gelmez, dilimiz konuşmaz, hatta gözümüzden bir damla yaş akmaz. Asılsız Hikâyeler’in Dipnotlu Dualar’ındaki karakter gibi söyledikçe söylemek gelir içimizden ama sonunda hep bir teslim oluştur dua… Bilincimizin durmaksızın akıp gitmesidir. Dua, nefes almasıdır insanın. “Ben varım!” demesidir. İşte bu yüzden en güçlü pusatımızdır. Kılıcımızın ya da silahımızın soyut dünyadaki en güçlü formudur. Bir enerji halkası, auradır. Gülümsemektir. Benim bu cevabı vermemdir. Sizin bu soruyu sormanızdır. Hayalleri hep diri tutmaktır. Hatta bir çöküştür dua. Diz çökmektir. Ayağa kalkmaya çalışıp yeniden düşmektir. Düştüğünde kendini toparlamaktır. Kahramanın sonsuz yolculuğudur bu yüzden. Ve sonunda alnını secdeye koymaktır. Kabullenmektir yani. Razı olmak ve razı olunmaktır. Yalnızca O’nun razı olmasıdır ama.

“Pulları Sisten Yılanlar” öykünüzde kıvrılarak geziniyor. Ya şiir sizin ruhunuzda nasıl yol alıyor?

Şiir okumak benim için bir terapi. Dinlemek de öyle. Yanımda her gün mutlaka bir şiir kitabı taşımaya çalışırım. Baş ucumda daima şiir kitapları yer alır. Onlar düzyazıda beni harekete geçiren itici güçlerden bazılarıdır desem yalan olmaz. Arada sırada internet sitelerinden ve sosyal medyadan da şiir okuyup takip ettiğim oluyor. Sesli şiir okumak, dua etmek gibi bir şey. Dua bir şiir olduğu gibi, şiir de bir duadır.

Son olarak:

Kitabınızın girişinde A. Ali Ural'ın Körün Parmak Uçları şiirinden bir alıntıyla okura anahtar veriyorsunuz. Bu şiirin ve şairinin sizin için manasını bizimle paylaşır mısınız?

Körün Parmak Uçları, şiirsiz geçen uzun yıllarımın ardından okuduğum ilk şiir kitaplarından biriydi. Şair Ali Ural’ın talebelerinden biri oluşum, belli bir arka planla ve daha farklı pencerelerden şiirlere bakabilmeme vesile oldu. Kitaba adını veren bu şiir, Bahaeddin Özkişi’nin Göç Zamanı’nda yer alan kısa öykülerinden birinde ana karakterin bir körle karşılaşmaktan dolayı yaşadığı hoşnutsuzluğu da aklıma getirdi. Körün Parmak Uçları, farklı noktalara pencere açmış olsa da bu karanlık hissi yeniden uyandırdı zihnimde. Bana göre unutulmuşluğun dünyasını yüzümüze vuruyor. Unutulsa da unutmayanların dünyasını. Canavarlar da dışlanan varlıklardır. Onlar bizim gözlerimizle bakmaz dünyaya. Onlara kalan yalnızca siyahın tonlarıdır.



Röportaj: Sevgi Yerlioğlu

0 Yorumlar

Bir Yorum Yazın

Yorum Gönder

Bir Yorum Yazın

Bir Yorum Yaz (0)

Daha yeni Daha eski