BEYAZ
II. BÖLÜM
Artık okula daha geç gidiyor, derslere daha farklı bir gözle
bakıyordum. Kendimi bile unutmaya başladığım bir zaman dilimine girmiştim.
Nedenini anlayamıyordum ama ailemi daha sık izlemeye başlamıştım. Annemin dikiş
tutan ellerini, ablalarımın evdeki hallerini ya da alış verişten dönüşlerini,
babamın gözlerini ve Yusuf Sami’yi daha sık seyreder olmuştum.
Ailemin bana söylediği her şeyi unutmaya başladım.
Bir tek onu unutamıyordum.
Bir gün, yine takip edildiğimi anladığımda bütün gücümü toplayarak
Yusuf’un karşısına dikildim. “SEN DE YETTİN ARTIK!” diye bağırdım. Ve
söyleyemediğim diğer her şeyi ona söyledim.
Zehra’nın yakınlarda olduğunu bilmiyordum. İşin aslı, o yolu Zehra
ile benden başka pek kullanan olmazdı. Ama nasıl olduysa aklımdan çıkmıştı ve bu
yüzden aslında bir bakıma rahat davranmaya karar vermiştim. Zehra kaşlarını
kaldırıp bana öyle bir bakmıştı ki, tek kelime bile etmeden oradan uzaklaştım.
Amacım yanlış anlaşılmaya mahal vermemekti esasında. Fakat işler
tahmin ettiğim gibi gelişmeyecek, belki de asıl korkulu rüyam gerçekleşecekti.
Zehra o çocukla aramda bir şeyler olduğunu zannedebilirdi.
Eve gitmeli bir an önce kardeşime kavuşmalıydım. Benim için gerçek Yusuf o’ydu. Ama ayaklarım
beni taşıyamıyor ve yönümü şaşırıyordum. Unutkanlıklarım bir çığ gibi öylesine
büyüyordu ki tek seferde beni devirmeye, alaşağı etmeye yetecek kadardı.
Nitekim evimin yolunu unutmuştum ben o gün. İlk defa evimin yolunu unutmuştum.
Sonunda bu da olmuştu.
Başım zonkluyor, yönümü şaşıran ayaklarım titriyordu. Daha kötüsü
başımın ağrısı gözlerime de vuruyordu. Bir saat boyunca mahallenin her bir
tarafını turlayan ben, dönüp dolaşıp aynı yere geri geldiğimi ancak fark
edebilmiştim. “En iyisi, yakınlardaki sahile uğramalı. Bir banka oturup kafa
dinlemeli.” diye düşündüm. Belki geçici kayba uğrayan hafızam yerine gelir ve
baş dönmelerim son bulurdu. Ayaklarımın da dinlenmeye ihtiyacı vardı üstelik.
Banka kuruluncaya kadar nasıl dayandığımı bilmiyorum. Suratımı
ovuşturuyor ve zonklamalarımın bir an önce beni terk edip gitmesini diliyordum.
Kayalıklara çarpıp kaçan dalgalar ve martı sesleri bile moralimi düzeltemedi.
Bankın dibine yığılıp kalacak ve şehrin zeminine yapışmış bir halde benden
kaçan gökyüzüne ulaşmayı düşleyecektim. Ona tutunmaya çalışacak ve bir kez daha
hüsrana uğrayacaktım. Yusuf Sami’yi düşünecek ama düşüncelerimin arasına
hunharca dalan Yusuf adlı genci görecektim. Neden onu görüyordum ki?
Gözlerim kapanırken bile neden onu görüyordum?
Ama ben zorla açmaya çalıştım onları. Düşüncelerim somutlaşmış ve
Yusuf tekrar karşımda belirmişti. Yanıma oturmuş, pişmiş kelle gibi
sırıtıyordu.
“YİNE Mİ BENİ TAKİP EDİYORSUN?” diye bağırdım olanca gücümle.
“BENDEN NE İSTİYORSUN BE ÇOCUK?”
“Anlamıyor musun?” dedi bana. O kadar sakin ve umarsız bir ses tonu
vardı ki onu oracıkta gebertmek istiyordum. Sanki ben doğmadan önce üzerime
yazılmış mutluluğun senedini çalmış, altına kendi imzasını atmıştı. Benim sahip
olmam gereken hayatı kendi üzerine giydirmiş ve bu yüzden en sevdiğim ismi de
elde etmişti. “Adının Yusuf olmaya bile hakkı yok!” demek istiyordum, ancak bir
Yusuf güzelliğinden nemalandığını da inkâr edemezdim. “Anlayamıyor musun?” dedi
bu kez. “Seni seviyorum.”
Kelimelerim zihnime kaçtı. Bakışlarım da derinlere. Konuşmaya çalıştım.
Anlamlı birkaç şey söylemeliydim. “Ben sevilecek biri değilim,” türünden
şeyler. Ama tek söyleyebildiğim, “Benimle alay etme!” oldu. Her ne kadar onun
yalan söylemediğini hissetsem de intikam isteğim henüz sönmemişti. “Seni
öldürürüm!”
O hâlâ gülümsüyordu. Sırf bu yüzden bile onu oracıkta
öldürebilirdim. En azından bunu denerdim. Ama önce kendime çeki düzen vermem
gerekliydi. Baş ağrım bir türlü geçmek bilmiyordu.
“Kimi öldürürsün? Beni mi?” dedi bu kez başka bir ses. “Anlayamıyor
musun Şeyma… Seni bir dostum, hatta kardeşim gibi seviyorum. Sana yardım etmek
istiyorum ama her seferinde benden kaçmayı başarıyorsun. Son birkaç gündür sana
neler oluyor, anlayamıyorum. En azından konuş, derdini paylaş… O da yok! Sanki
benim yerime başkasına konuşuyorsun. Arada kardeşinin ismini sayıklayıp
duruyorsun. Bunu anlayamıyorum. Neler oluyor Şeyma? Lütfen sana yardım etmeme
izin ver. Anlat ki bileyim!”
Zehra’nın umutla parıldayan gözleri karşısında ne diyeceğimi
şaşırmıştım.
“Ama sen… Yusuf…” Kelimelerim, dudaklarımdan koparak gittiğinde,
yine bir yanımın daha eksildiğini anladım. O kelime eksilmişti bu defa. Yusuf
gitmişti.
“Sen… En başından beri… Sen…”
Kapanıyordum hayata. Ağrıyan gözlerim de kapanıyordu. Ellerim
havaya kalktı. Beni kaldırmaya çalışan bedenime rest çekiyordu gözlerim oysa.
Ve sonunda onlar da kapandılar.
…
Gözlerimi yeniden açtığımda bir hastane odasındaydım. Talih hiç
uğramazdı kapıma aslında. Büyük hayaller kurmamayı öğrenmiştim. Hem zengin hem
yakışıklı kocalar pembe dizilerde olurdu mesela. Özel güçler fantastik
filmlerde keşfedilirdi. Sonra aksiyon filmleri vardı bir de. Kahraman filmin
sonunda hem kendisini hem de arkadaşlarını kurtarırdı. Mutlu sonla biterdi
filmler. Ama hayat devam ediyordu. Mutsuz sonların devamında başrolü
paylaşıyorduk. Ve bir hokus pokusla filmlerin içine girme şansımız da yoktu.
Gerçek hayatta ölümler vardı. Hastaneler vardı.
Kalabalık ve hastalık kokan hastaneler.
Fakat ben gerçekten düş gibi bir hastane odasındaydım. Yatağım
inanılmaz derecede rahat hissettiriyordu. Beyazlıklar içindeydim. “Düş olmalı
bu,” diye düşündüm. “Özel bir hastanedeyim.” O anda paramı kimin ödeyeceğini ve
neden durup dururken özel bir hastanede olduğumu düşünemedim.
Gördüğüm lüks karşısında hayrete düşmemek elde değildi. Fakir
kasabamızda böyle bir hastane odası görmeyeli uzun zaman olmuştu. Bir dakika,
ben daha önce hiçbir zaman hastane yolu arşınlamamıştım ki! Belki küçükken… Ya
da hatırlamıyorum.
Ben oldum olası hastanelerden nefret ederdim.
Ancak şu anda kasabamızdan bir uzay filmine fırlamışçasına tuhaf
bir durumun içindeydim. Yanı başımda elimi tutan genç kızı fark edinceye dek,
odanın içini anlamlandırmakla meşguldüm o sırada.
Hastane duvarına monte edilmiş geniş bir televizyon, içinde
kaybolabileceğim sürmeli büyük bir dolap ve bir köşede, büyük cam pencerelerin
dibine iliştirilmiş fiskos masasına benzeyen bir cisim. Onun az ilerisinde lüks
bir refakatçi koltuğu.
“Burası kesinlikle bir hastane odası falan olamaz,” dedim yine
hayret duymaktan kendimi alamayarak. “Ben bir otel odasındayım.”
Gözlerim koltukla buluşuncaya dek, elimi tutan kişiyle zihinsel bir
temasta bulunmamıştım. Yatağımın dibindeki koltukta sırtı dimdik bir halde
oturuyor ve bana buruk bir halde gülümsüyordu.
“Hayır, sen özel bir hastanedesin!” dedi yine o tanıdık sesiyle.
Gözlerim kapanmadan önce de gördüğüm kişi oydu. “Sen… Yusuf… değilsin.”
Karşımda Zehra’yı gördüğümde hayal kırıklığına uğrayacağımı hiç
düşünmezdim.
Bana acı acı gülümsemeye devam etti. “Merak etme,” dedi. “Ailene
haber vermedik daha.”
“Neyi haber vermediniz? Ve vermediniz derken? Siz?”
“Babam ve ben. Hani babam da doktor ya! Unuttun mu?”
“Unutmuşum.”
Kaşları umutsuzca düştü. “Sorunlardan biri de bu işte. Her şeyi
büyük bir hızla unutuyorsun.”
Karşımda babam varmış gibi geldi. Başımda daha farklı bir zonklama
hissettim. Dakikalardır beynimi kurcalayan o soruyu nihayet sordum. “Söylesene
Zehra, ben neden buradayım?”
İçeri giren doktor, geriye kalan sorularımın bir kısmını
cevaplamamı sağladı. Bu adam, aylar önce kendisini ölümün eşiğinden kurtardığım
kızın babasıydı. Zehra’nın babası.
İkisi önce bir köşede fısıltı halinde konuşmaya başlamış, daha
sonra benden uzakta bu ciddi görünen sohbete kaldıkları yerden devam etmişlerdi.
Daha sonra bir ağlama ve koşma sesi duydum. Ayak sesleri bir süre odanın
kapısında son bulmuştu. Ancak daha sonra uzaklaşıp gittiklerini işittim. Ağlama
seslerinin Zehra’ya ait olduğunu çarçabuk anlamıştım.
Doktor odama geldiğinde, gayet umutsuz ve yorgun bir hali vardı.
Bana her şeyi anlattı.
Küçüklüğümden beri beynimde bir kültenin de benimle birlikte
büyüyüp geliştiğini öğrendim. Unutmalarım o yüzdendi. Ara sıra kapımı çalan baş
dönmelerim o yüzdendi.
En kötüsü de, Yusuf’un da o yüzden oluştuğunu anladığım saniyelerdi
benim için.
Zehra, Yusuf adında hayali bir kahramanla konuşup durduğumu
anlatmıştı babasına. Yusuf hiç var olmamıştı. Okul çıkışlarında beni takip eden
o çocuk aslında hiçbir zaman var olmamıştı.
Yıkıldım.
Ne diyeceğimi bilemedim.
Doktorun söylediğine göre tümör gözlerime yakın bir yerdeydi ve
bugün ya da yarın kör olmam an meselesiydi. “Aileme haber vermemekle çok iyi
yapmışsınız,” dedim en sonunda bir şeyler söylemeye ihtiyaç duyarak. “Onların
öğrenmesini asla istemiyorum.”
“Fakat öğrenmek zorundalar. Öğrenmeliler. Kim çocuğu için-”
“Lütfen!” diyerek sözünü kestim. “Siz benim amcam gibisiniz. Sizi
kırmak istemem.”
“Aylar önce kızıma yardım ettin,” diye devam etti. “Sen beni mutlu
ettin ama ailen-”
“Ailemin bilmemesi gerekiyor!” diye yeniledim cümlelerimi. “Onların
öğrenmesini istemiyorum Doktor Bey.”
“Halil Amca de bana,” dedi daha fazla üzüldüğünü belli etmemeye
çalışarak. “Madem beni amca olarak görüyorsun, artık ismimi de bilmen gerekir.”
Derin ve manalı bir nefes verdi. “O halde ne yapmalıyız? Önünde sonunda
öğrenecekler.”
“Her şeyden önce, gözlerimi kaybedebileceğimi söylediniz, bu doğru
mu? Yani, durum o kadar da ilerledi mi?”
Umutsuz bir halde başını salladı.
“O zaman sizden bir şey rica edeceğim,” dedim kararlı bir ses
tonuyla. “Varsın bu ricam gerçekleştikten sonra öğrensin ailem. Ama hiç değilse
iyi bir amaç uğruna olacak. Tabi siz de yardım ederseniz.”
“Ne olursa!” dedi hızla. “Kızımın dostu benim de dostumdur. Onun
için her iyiliği yaparım. Gözümü bile kırpmadan. Bundan emin ol.”
*
Eve geri döndüm. Kısa bir an için. Onlarla vedalaşmak zorundaydım.
Eşyalarımı gizlice toplamalı ve uzaklaşmalıydım. Kurguladığım bu küçük oyundan
kimsenin haberi olmamalıydı.
Ablalarıma ve yeğenlerime sarıldım önce. Sorduklarında hiçbir şey
söylemedim. Anneme sarıldım. Onun gözlerinin içinde on dokuz yıldır
kayboluyordum zaten. Kardeşim Yusuf’a sarıldım, o bana sebep sormadı. Zaten
sormazdı. Onun biricik ablasıydım ben. Sıra babama geldi. Kaşlarına ve alnından
fışkıran damarlara bakakaldım bir süre. Bana bakmıyordu.
Kelimeler boğazıma düğümlendi.
Boğazım yanmaya başladığında ona bakmayı kestim. İki türlü de acı
verecekti sonuçta. Söylesem kelimelerim acıtacak, sussam zihnim beynime baskı
yapmayı sürdürecekti. Diğer bütün işkenceler solda sıfır kalırdı. Ama
hangisinin diğerlerine oranla daha acı vereceğini hesap edemedim. O iki
kelimeyi saklamak mı yoksa dillendirmek mi daha çok sarsacaktı? Bilemedim.
Bilemeyecektim de. Çünkü ikincisini denememeye alışmıştım. Kaç yıl bu
alışkanlığım sürdü ve en son ne zaman sevgimi ifade ettim, hatırlamıyorum.
Ama sanırım böylesi daha iyi olacaktı.
Boğazım kararıma rest çekercesine daha çok battı. Dil köküm şişmiş
ve boğazıma açılan kanalı kapatmıştı sanki. Ses tellerim iptal olmalı, diye
düşündüm. Kalbime inen bir yanma hissettim. Bana bakmıyordu. Ona sarılmam
gerekiyordu en azından. Düşünmeden, beynimi kurcalamadan ya da boğazımın bana
işkence çektirmesine izin vermeden derhal yapmam gerekiyordu bunu. Zincirlerimi
kırmam gerekiyordu. Kelimelerin dil kökümde apse yapmasına engel olmam
gerekiyordu.
Yapamadım.
Yorum Gönder
Bir Yorum Yazın