"Beyaz" II. Bölüm


Öncelikle hikâyemizin ilk bölümü şurada yer alıyor. 2017 yıllarıydı. Önder Vakfı'nın öykü yarışmasına bu öykümle katılmıştım. Öykü ikinci oldu ve Renkli Hikâyeler adlı bir kitapta toplandı. Kitabı çevrimiçi olarak burada da bulabilirsiniz. Ben öyküyü üç ayrı bölümde yayınlıyorum ve bu ikincisi... :)

BEYAZ

II. BÖLÜM

Artık okula daha geç gidiyor, derslere daha farklı bir gözle bakıyordum. Kendimi bile unutmaya başladığım bir zaman dilimine girmiştim. Nedenini anlayamıyordum ama ailemi daha sık izlemeye başlamıştım. Annemin dikiş tutan ellerini, ablalarımın evdeki hallerini ya da alış verişten dönüşlerini, babamın gözlerini ve Yusuf Sami’yi daha sık seyreder olmuştum.

Ailemin bana söylediği her şeyi unutmaya başladım.

Bir tek onu unutamıyordum.

Bir gün, yine takip edildiğimi anladığımda bütün gücümü toplayarak Yusuf’un karşısına dikildim. “SEN DE YETTİN ARTIK!” diye bağırdım. Ve söyleyemediğim diğer her şeyi ona söyledim.

Zehra’nın yakınlarda olduğunu bilmiyordum. İşin aslı, o yolu Zehra ile benden başka pek kullanan olmazdı. Ama nasıl olduysa aklımdan çıkmıştı ve bu yüzden aslında bir bakıma rahat davranmaya karar vermiştim. Zehra kaşlarını kaldırıp bana öyle bir bakmıştı ki, tek kelime bile etmeden oradan uzaklaştım.

Amacım yanlış anlaşılmaya mahal vermemekti esasında. Fakat işler tahmin ettiğim gibi gelişmeyecek, belki de asıl korkulu rüyam gerçekleşecekti. Zehra o çocukla aramda bir şeyler olduğunu zannedebilirdi.

Eve gitmeli bir an önce kardeşime kavuşmalıydım.  Benim için gerçek Yusuf o’ydu. Ama ayaklarım beni taşıyamıyor ve yönümü şaşırıyordum. Unutkanlıklarım bir çığ gibi öylesine büyüyordu ki tek seferde beni devirmeye, alaşağı etmeye yetecek kadardı. Nitekim evimin yolunu unutmuştum ben o gün. İlk defa evimin yolunu unutmuştum. Sonunda bu da olmuştu.

Başım zonkluyor, yönümü şaşıran ayaklarım titriyordu. Daha kötüsü başımın ağrısı gözlerime de vuruyordu. Bir saat boyunca mahallenin her bir tarafını turlayan ben, dönüp dolaşıp aynı yere geri geldiğimi ancak fark edebilmiştim. “En iyisi, yakınlardaki sahile uğramalı. Bir banka oturup kafa dinlemeli.” diye düşündüm. Belki geçici kayba uğrayan hafızam yerine gelir ve baş dönmelerim son bulurdu. Ayaklarımın da dinlenmeye ihtiyacı vardı üstelik.

Banka kuruluncaya kadar nasıl dayandığımı bilmiyorum. Suratımı ovuşturuyor ve zonklamalarımın bir an önce beni terk edip gitmesini diliyordum. Kayalıklara çarpıp kaçan dalgalar ve martı sesleri bile moralimi düzeltemedi. Bankın dibine yığılıp kalacak ve şehrin zeminine yapışmış bir halde benden kaçan gökyüzüne ulaşmayı düşleyecektim. Ona tutunmaya çalışacak ve bir kez daha hüsrana uğrayacaktım. Yusuf Sami’yi düşünecek ama düşüncelerimin arasına hunharca dalan Yusuf adlı genci görecektim. Neden onu görüyordum ki?

Gözlerim kapanırken bile neden onu görüyordum?

Ama ben zorla açmaya çalıştım onları. Düşüncelerim somutlaşmış ve Yusuf tekrar karşımda belirmişti. Yanıma oturmuş, pişmiş kelle gibi sırıtıyordu.

“YİNE Mİ BENİ TAKİP EDİYORSUN?” diye bağırdım olanca gücümle. “BENDEN NE İSTİYORSUN BE ÇOCUK?”

“Anlamıyor musun?” dedi bana. O kadar sakin ve umarsız bir ses tonu vardı ki onu oracıkta gebertmek istiyordum. Sanki ben doğmadan önce üzerime yazılmış mutluluğun senedini çalmış, altına kendi imzasını atmıştı. Benim sahip olmam gereken hayatı kendi üzerine giydirmiş ve bu yüzden en sevdiğim ismi de elde etmişti. “Adının Yusuf olmaya bile hakkı yok!” demek istiyordum, ancak bir Yusuf güzelliğinden nemalandığını da inkâr edemezdim. “Anlayamıyor musun?” dedi bu kez. “Seni seviyorum.”

Kelimelerim zihnime kaçtı. Bakışlarım da derinlere. Konuşmaya çalıştım. Anlamlı birkaç şey söylemeliydim. “Ben sevilecek biri değilim,” türünden şeyler. Ama tek söyleyebildiğim, “Benimle alay etme!” oldu. Her ne kadar onun yalan söylemediğini hissetsem de intikam isteğim henüz sönmemişti. “Seni öldürürüm!”

O hâlâ gülümsüyordu. Sırf bu yüzden bile onu oracıkta öldürebilirdim. En azından bunu denerdim. Ama önce kendime çeki düzen vermem gerekliydi. Baş ağrım bir türlü geçmek bilmiyordu.

“Kimi öldürürsün? Beni mi?” dedi bu kez başka bir ses. “Anlayamıyor musun Şeyma… Seni bir dostum, hatta kardeşim gibi seviyorum. Sana yardım etmek istiyorum ama her seferinde benden kaçmayı başarıyorsun. Son birkaç gündür sana neler oluyor, anlayamıyorum. En azından konuş, derdini paylaş… O da yok! Sanki benim yerime başkasına konuşuyorsun. Arada kardeşinin ismini sayıklayıp duruyorsun. Bunu anlayamıyorum. Neler oluyor Şeyma? Lütfen sana yardım etmeme izin ver. Anlat ki bileyim!”

Zehra’nın umutla parıldayan gözleri karşısında ne diyeceğimi şaşırmıştım.

“Ama sen… Yusuf…” Kelimelerim, dudaklarımdan koparak gittiğinde, yine bir yanımın daha eksildiğini anladım. O kelime eksilmişti bu defa. Yusuf gitmişti.

“Sen… En başından beri… Sen…”

Kapanıyordum hayata. Ağrıyan gözlerim de kapanıyordu. Ellerim havaya kalktı. Beni kaldırmaya çalışan bedenime rest çekiyordu gözlerim oysa.

Ve sonunda onlar da kapandılar.

Gözlerimi yeniden açtığımda bir hastane odasındaydım. Talih hiç uğramazdı kapıma aslında. Büyük hayaller kurmamayı öğrenmiştim. Hem zengin hem yakışıklı kocalar pembe dizilerde olurdu mesela. Özel güçler fantastik filmlerde keşfedilirdi. Sonra aksiyon filmleri vardı bir de. Kahraman filmin sonunda hem kendisini hem de arkadaşlarını kurtarırdı. Mutlu sonla biterdi filmler. Ama hayat devam ediyordu. Mutsuz sonların devamında başrolü paylaşıyorduk. Ve bir hokus pokusla filmlerin içine girme şansımız da yoktu.

Gerçek hayatta ölümler vardı. Hastaneler vardı.

Kalabalık ve hastalık kokan hastaneler.

Fakat ben gerçekten düş gibi bir hastane odasındaydım. Yatağım inanılmaz derecede rahat hissettiriyordu. Beyazlıklar içindeydim. “Düş olmalı bu,” diye düşündüm. “Özel bir hastanedeyim.” O anda paramı kimin ödeyeceğini ve neden durup dururken özel bir hastanede olduğumu düşünemedim.

Gördüğüm lüks karşısında hayrete düşmemek elde değildi. Fakir kasabamızda böyle bir hastane odası görmeyeli uzun zaman olmuştu. Bir dakika, ben daha önce hiçbir zaman hastane yolu arşınlamamıştım ki! Belki küçükken… Ya da hatırlamıyorum.

Ben oldum olası hastanelerden nefret ederdim.

Ancak şu anda kasabamızdan bir uzay filmine fırlamışçasına tuhaf bir durumun içindeydim. Yanı başımda elimi tutan genç kızı fark edinceye dek, odanın içini anlamlandırmakla meşguldüm o sırada.

Hastane duvarına monte edilmiş geniş bir televizyon, içinde kaybolabileceğim sürmeli büyük bir dolap ve bir köşede, büyük cam pencerelerin dibine iliştirilmiş fiskos masasına benzeyen bir cisim. Onun az ilerisinde lüks bir refakatçi koltuğu.

“Burası kesinlikle bir hastane odası falan olamaz,” dedim yine hayret duymaktan kendimi alamayarak. “Ben bir otel odasındayım.”

Gözlerim koltukla buluşuncaya dek, elimi tutan kişiyle zihinsel bir temasta bulunmamıştım. Yatağımın dibindeki koltukta sırtı dimdik bir halde oturuyor ve bana buruk bir halde gülümsüyordu. 

“Hayır, sen özel bir hastanedesin!” dedi yine o tanıdık sesiyle.

Gözlerim kapanmadan önce de gördüğüm kişi oydu. “Sen… Yusuf… değilsin.”

Karşımda Zehra’yı gördüğümde hayal kırıklığına uğrayacağımı hiç düşünmezdim.

Bana acı acı gülümsemeye devam etti. “Merak etme,” dedi. “Ailene haber vermedik daha.”

“Neyi haber vermediniz? Ve vermediniz derken? Siz?”

“Babam ve ben. Hani babam da doktor ya! Unuttun mu?”

“Unutmuşum.”

Kaşları umutsuzca düştü. “Sorunlardan biri de bu işte. Her şeyi büyük bir hızla unutuyorsun.”

Karşımda babam varmış gibi geldi. Başımda daha farklı bir zonklama hissettim. Dakikalardır beynimi kurcalayan o soruyu nihayet sordum. “Söylesene Zehra, ben neden buradayım?”

İçeri giren doktor, geriye kalan sorularımın bir kısmını cevaplamamı sağladı. Bu adam, aylar önce kendisini ölümün eşiğinden kurtardığım kızın babasıydı. Zehra’nın babası.

İkisi önce bir köşede fısıltı halinde konuşmaya başlamış, daha sonra benden uzakta bu ciddi görünen sohbete kaldıkları yerden devam etmişlerdi. Daha sonra bir ağlama ve koşma sesi duydum. Ayak sesleri bir süre odanın kapısında son bulmuştu. Ancak daha sonra uzaklaşıp gittiklerini işittim. Ağlama seslerinin Zehra’ya ait olduğunu çarçabuk anlamıştım.

Doktor odama geldiğinde, gayet umutsuz ve yorgun bir hali vardı. Bana her şeyi anlattı.

Küçüklüğümden beri beynimde bir kültenin de benimle birlikte büyüyüp geliştiğini öğrendim. Unutmalarım o yüzdendi. Ara sıra kapımı çalan baş dönmelerim o yüzdendi.

En kötüsü de, Yusuf’un da o yüzden oluştuğunu anladığım saniyelerdi benim için.

Zehra, Yusuf adında hayali bir kahramanla konuşup durduğumu anlatmıştı babasına. Yusuf hiç var olmamıştı. Okul çıkışlarında beni takip eden o çocuk aslında hiçbir zaman var olmamıştı.

Yıkıldım.

Ne diyeceğimi bilemedim.

Doktorun söylediğine göre tümör gözlerime yakın bir yerdeydi ve bugün ya da yarın kör olmam an meselesiydi. “Aileme haber vermemekle çok iyi yapmışsınız,” dedim en sonunda bir şeyler söylemeye ihtiyaç duyarak. “Onların öğrenmesini asla istemiyorum.”

“Fakat öğrenmek zorundalar. Öğrenmeliler. Kim çocuğu için-”

“Lütfen!” diyerek sözünü kestim. “Siz benim amcam gibisiniz. Sizi kırmak istemem.”

“Aylar önce kızıma yardım ettin,” diye devam etti. “Sen beni mutlu ettin ama ailen-”

“Ailemin bilmemesi gerekiyor!” diye yeniledim cümlelerimi. “Onların öğrenmesini istemiyorum Doktor Bey.”

“Halil Amca de bana,” dedi daha fazla üzüldüğünü belli etmemeye çalışarak. “Madem beni amca olarak görüyorsun, artık ismimi de bilmen gerekir.” Derin ve manalı bir nefes verdi. “O halde ne yapmalıyız? Önünde sonunda öğrenecekler.”

“Her şeyden önce, gözlerimi kaybedebileceğimi söylediniz, bu doğru mu? Yani, durum o kadar da ilerledi mi?”

Umutsuz bir halde başını salladı.

“O zaman sizden bir şey rica edeceğim,” dedim kararlı bir ses tonuyla. “Varsın bu ricam gerçekleştikten sonra öğrensin ailem. Ama hiç değilse iyi bir amaç uğruna olacak. Tabi siz de yardım ederseniz.”

“Ne olursa!” dedi hızla. “Kızımın dostu benim de dostumdur. Onun için her iyiliği yaparım. Gözümü bile kırpmadan. Bundan emin ol.”

 

*

 

Eve geri döndüm. Kısa bir an için. Onlarla vedalaşmak zorundaydım. Eşyalarımı gizlice toplamalı ve uzaklaşmalıydım. Kurguladığım bu küçük oyundan kimsenin haberi olmamalıydı.

Ablalarıma ve yeğenlerime sarıldım önce. Sorduklarında hiçbir şey söylemedim. Anneme sarıldım. Onun gözlerinin içinde on dokuz yıldır kayboluyordum zaten. Kardeşim Yusuf’a sarıldım, o bana sebep sormadı. Zaten sormazdı. Onun biricik ablasıydım ben. Sıra babama geldi. Kaşlarına ve alnından fışkıran damarlara bakakaldım bir süre. Bana bakmıyordu.

Kelimeler boğazıma düğümlendi.

Boğazım yanmaya başladığında ona bakmayı kestim. İki türlü de acı verecekti sonuçta. Söylesem kelimelerim acıtacak, sussam zihnim beynime baskı yapmayı sürdürecekti. Diğer bütün işkenceler solda sıfır kalırdı. Ama hangisinin diğerlerine oranla daha acı vereceğini hesap edemedim. O iki kelimeyi saklamak mı yoksa dillendirmek mi daha çok sarsacaktı? Bilemedim. Bilemeyecektim de. Çünkü ikincisini denememeye alışmıştım. Kaç yıl bu alışkanlığım sürdü ve en son ne zaman sevgimi ifade ettim, hatırlamıyorum.

Ama sanırım böylesi daha iyi olacaktı.

Boğazım kararıma rest çekercesine daha çok battı. Dil köküm şişmiş ve boğazıma açılan kanalı kapatmıştı sanki. Ses tellerim iptal olmalı, diye düşündüm. Kalbime inen bir yanma hissettim. Bana bakmıyordu. Ona sarılmam gerekiyordu en azından. Düşünmeden, beynimi kurcalamadan ya da boğazımın bana işkence çektirmesine izin vermeden derhal yapmam gerekiyordu bunu. Zincirlerimi kırmam gerekiyordu. Kelimelerin dil kökümde apse yapmasına engel olmam gerekiyordu.

Yapamadım.


Hikâyemizin son bölümüne şuradan ulaşabilirsiniz.

0 Yorumlar

Bir Yorum Yazın

Yorum Gönder

Bir Yorum Yazın

Bir Yorum Yaz (0)

Daha yeni Daha eski